Monday, December 24, 2007

SEVENTH CALLING - Monuments [2007]

Seventh Calling
Monuments [2007]
Melissa Records

Melissa Records Hollanda’lı yepisyeni, bağımsız (hani indie dediklerinden) bir plak şirketi. Uzmanlık alanları klasik Amerikan heavy metali olarak tabir edebileceğimiz, köküne kadar safkan metal ihtiva eden gruplar. Bu yıl çıkarttıkları albümlerden biri Lance C. Lange ve Steve Handel adlı iki gitaristin ortak projesi Seventh Calling. Mevzu bahis iki isim albümdeki şarkıların tamamının bestelerinden sorumlu. 80’li yıllarda Amerikan piyasasına hakim olan soundun modernleştirilmiş bir versiyonu Monuments’de karşımıza çıkıyor. Judas Priest ve Iced Earth gibi isimleri de grubun genel havasını tanımlamaya çalışırken zikretmekte fayda var. Lakin albümde bir dizi sorunla karşı karşıyayız. Öncelikle vokalleri de üstlenmekte ısrarlı olan Lange/Handel ikilisi en kısa zamanda bu ısrarlarından vazgeçmeliler. Çünkü albümü baştan sona hiç sıkılmadan dinlemenizin önündeki en büyük engeli istemeden de olsa kendileri yaratmış durumdalar vokalleriyle. Bir de, her ne kadar tür, amaç ve niyet bakımından pek fazla gerek yokmuş gibi gelse de, minik bir tutam da olsa “özgünlük” taşıyan besteler, riffler ve düzenlemeler olmalıydı Monuments’de gibi geldi bendenize. İyi niyetli ama henüz kıvamını tutturamamış bir deneme olarak görmek gerekiyor sanırım Seventh Calling’in debut albümünü.
[6]

Wednesday, November 28, 2007

EVOCATION - Tales From The Tomb [2007]

Evocation
Tales From The Tomb [2007]
Cyclone Empire

90’ların başlarında İsveç’li bir death metal grubu olmak, kaydettiğiniz iki demoyla müthiş kritikler almak ama sonra işi bir albüme kadar götüremeden grubunuzu rafa kaldırmak...Ardından o mevzu bahis iki demonuz birileri tarafından tekrar basılması ve webzine, basılı dergi demeden tüm metal medyasından olağanüstü yorumlar almak...Gaza gelmek, ekibi tekrar toplamak, provalara başlamak, yeni şarkılar yazmak bununla da yetinmeyip gıcır gıcır bir albüm çıkartmak..İşte Evocation’ın hikayesi kısa ve öz olarak böyle. 2007 Nisan çıkışlı Tales From The Tales; Entombed, Dismember ve Amon Amarth (ilk birkaç albümleri diyelim) seven, death metalini stüdyo numaralarıyla pırıl pırıl hale getirilmemiş tercih eden, ne varsa bu İsveçli sarışınlarda(!) var diyen her dinleyiciyi mest edecek bir albüm.
[8]

Monday, November 26, 2007

1e5 #1 -- Nettlethrone

1e5 isimli yepisyeni blog atraksiyonunun ilk konugu (ya da kurbanı da diyebiliriz!) olarak çok yakında ilk albümleri raflarda yerini alacak olan Ankara'nın gözde "sert" grubu Nettlethrone'u seçtim. Grubun gitaristi Burak 5 soruma da gıkını çıkarmadan cevap verdi, teşekkürler kendisine..


1 Blueprint demosundan bu yana Nettlethrone saflarında neler olup bitti kısa bir güncelleme yapmanı istesem?
Demo çıkar çıkmaz ilk hedefimiz olabildiğince kişiyle temas kurup grubun adını gerekli yerlere yaymaktı. Bu amaçla birçok dergi/webzin/gruba demoyu yolladık ve özellikle yabancı basından bir hayli iyi notlar aldık. Tanıtım kısmı gerçekleştikten sonra sabit bir kadro kurararak canlı performansa ağırlık verdik. Bu süre zarfında Vader, Sick Terror, Machinemade God, Suicide, Self Torture, Dreamtone gibi birçok grupla aynı sahneyi paylaştık. 2006 yazı/2007 kışı albüm çalışmalarıyla geçti, 2007 Mart’ında da demoda olduğu gibi tekrar Midas’ın Kulaklığı Stüdyoları’na girerek ilk albümümüz “Dissonant Progression”ın kayıtlarına başladık. Yaklaşık 1 ayda kaydettiğimiz albümde Erkan Tatoğlu (Suicide) ve Mehmet Stevenson (Self Torture) da konuk vokal olarak bize eşlik ettiler.
2 Albümün Polonyalı bir şirketten çıkması söz konusuydu ama sanırım şu anda bu iş rafa kalktı. Bu konuda herhangi bir gelişme var mı?
Evet, Haziran ayında Empire Records’tan teklif aldık ve uzun bir görüşme süreci sonrası imza aşamasına gelmiştik. Albümün kaç adet basılacağından, sanat tasarımına, dağıtım noktalarına kadar tüm konular konuşulup anlaşmaya varılmıştı ve master cd’yi yollamak için şirketten ISRC adı verilen yasal kodları beklemeye başlamıştık. Fakat o noktada şirketle olan bağlantımız koptu, maillerimize ve telefonlarımıza yanıt alamadık ve 3 ay sonra “bu böyle gitmez” diyerek Empire konusunu kapattık. Anlaşma yapılmadığı için yasal bir bağlayıcılık da olmadığından bu işi de kendimiz yapalım dedik ve ufak çaplı da olsa Ghostwall Records’u kurduk. Albüm de kendi şirketimizden yayınlanacak.
3 Albümün prodüksiyonu ve kapak tasarımı konusunda senden bilgi almak isterim, epeyce uğraştığınız konular her ikisi de bildiğim kadarıyla.
Demoda yakaladığımız kayıt kalitesinden hayli memnunduk bu nedenle albümde de Erkan Tatoğlu ile çalışmayı seçtik. Kayıt döneminde her şeyi ince eleyip sık dokuduk bu yüzden tahmin ettiğimizden daha uzun bir süreç yaşadık, fakat istediğimiz daha Stockholm tabanlı ama modern bir sound hedefine ulaştık diyebilirim. Bizim için ortaya koyduğumuz ürün sadece müzikten ibaret değil, sözler ve görsellik de çok önemli. Bu yüzden sanat tasarımı konusunda kendini kanıtlamış kişilerle çalışmayı tercih ediyoruz. Empire ile görüştüğümüz dönemde albüm tasarımını Jacek Wisniewski (Grave, Malevolent Creation, Marduk) yapacaktı, fakat Jacek bir süre sonra bize metal gruplarıyla çalışmalarına ara vereceğini ve başka projelerle uğraşacağını belirtti. Bunun üzerine takip ettiğimiz, işlerini beğendiğimiz birkaç tasarımcıyla temasa geçtik ve Justin Bartlett ile çalışmaya karar verdik. Justin’in özellikle Intronaut ve Trap Them için yaptığı işleri çok seviyoruz bununla birlikte kendisi Gorgoroth, Aura Noir, Cadaver, SUNN0))) gibi birçok kalbur üstü grubun tasarımlarıyla iştigal etmekte. Şu an tasarımın %90’ı tamamlandı ve ortaya çıkan işten gerçekten çok memnunuz.
4 Nettlethrone dışında bir de seni Zor dergisi yazarlarından biri olarak da gayet iyi tanıyoruz. Merak ettiğim şey, eğer albümünüz Dissonant Progression’ın kritiğini sen yazmak zorunda kalsan, yazının son cümlesi nasıl olurdu?
ZOR’da asla olmayacak bir şeyi sormuşsun, yani dergide yazacak kimse olmasa bile kendi albümümün yorumumu ben yazmam, ama teorik olarak konuşursak sanırım son cümlem “90’lar başı Göteborg ve Stockholm gruplarını seviyorsanız gruba bir kulak verin” tarzı bir şey olurdu. Gayet de politik bir cevap verdim evet :)
5 Gilmore Girls desem bir de son soru olarak? :)
Postmodern pembe dizi sıfatını hak eden yegane yapım kanımca. Bu sezon Luke’un devre dışı kalması ve Chris’in tekrar anakonuya girmesinden bir hayli rahatsızım, ama gene de aksatmadan takip etmeye çalışıyorum. Ayrıca Lauren Graham kesinlikle insanüstü bir varlık, kendisini takdir ediyor, önünde saygıyla eğiliyorum..

nettlethrone linkleri:

Sunday, September 23, 2007

Video #1 : Amon Amarth - Runes To My Memory

HaBeR: Leverage için 2008'i bekleyin

Melodik rock ve metalin Avrupa'daki son kalesi rolünü üstlenen ve bu doğrultuda gayet başarılı işlere imza atan İtalyan Frontiers Records, Fin grup Leverage'yi renklerine bağladı. Melodik ve sert bir müziğe sahip grubun en büyük özelliği aynı zamanda ucundan kulağından progresif öğelerle de istişare etmeleri. 2006'da çıkan Tides albümleri epey hatırı sayılır tepkiler alan Fin 6'lı, aynı sene melodicrock.com sitesince yılın en iyi metal/progresif albümü ödülüne layık görülmüş.
Frontiers Records etiketiyle ilk albümlerini 2008 başında yayımlaması beklenen grup hakkında daha fazla bilgi almak isterseniz: www.myspace.com/leverageband adresi tatmin edici sonuçlar verecektir efendim :)

SONIC REIGN - Raw Dark Pure [2007]



Sonic Reign
Raw Dark Pure[2007]
Metal Blade Records

1997 yılında Megiddo adıyla kurulan ve A Journey adlı demolarından sonra isimlerini Sonic Reign’e çeviren Alman grup 2006 yılında Raw Dark Pure albümünü kendi plak şirketleri, Sovereignity Productions’dan yayımladıklarında gayet iyi eleştriler almıştı. Anlaşılan albümü beğenip, grubu gözüne kestirenler arasında Metal Blade Avrupa şubesi de yer alıyormuş ki, Raw Dark Pure, Nisan ayında bir de Metal Blade etiketiyle tekrar piyasaya verildi. Sonic Reign’in müziğini tanımlamak için sanırız en uygun benzetme türün en önemli gruplarından birinin, Satyricon’un ismini zikrederek yapılabilir. (Satyricon’un Megiddo isimli bir EP’si olduğunu da hatırlatmakta fayda var). Satyr’in vokallerinin ve özellikle son 3 albümde ısrarla üzerine gittiği beste formlarının kulaklarını sıkça çınlatan bir müzikal yapısı var Sonic Reign’in. Özellikle de Fucked Up But Glorious ve Salt gibi şarkılarda bu benzerlik epey yoğun hissediliyor. Eğer bu benzerliği pozitif bir özellik olarak düşünebilirseniz, alabildiğine karanlık havası ve dozu gayet iyi ayarlanmış agresifliği ile Raw Dark Pure epey bir süre yanınızdan (ya da winamp playlist’inizden diyelim) eksik olmayacak bir albüm. Ama yok eğer “Satyricon varken ne işim olur benim benzerleriyle” derseniz o zaman Sonic Reign’e hiç bulaşmamakta fayda var.
[7]

sonic reign myspace sayfası

MIDDIAN - Age Eternal [2007]

Middian
Age Eternal [2007]
Metal Blade Records

23 Mart’ta piyasaya arz-ı endam eden ilk Middian albümü Age Eternal, Metal Blade’in son yıllarda neredeyse tamamı “genç” ve “core” ihtiva eden gruplardan oluşan kataloğuna epey aykırı bir yapıt. Amerikan usulü stoner/doom grupları arasında kendine has bir yeri olan YOB’un esas adamı Mike Scheidt’in yeni projesi Middian, hepsi de birbirinden uzun, deneysel ve içine girilmesi epey zor bir ruh haline sahip 5 şarkıyla karşımızda. Eğer mevzu bahis türün; üzerinize ölü toprağı serpilmiş hissinin baskın olduğu atmosferik ama bir o kadar da gürültülü müziklerin dinleyicisiyseniz, Neurosis’in tüm albümleri CD çalarınızın her zaman en yakınındaki mecralardaysa ve “ejdarhanın peşine düşmeye” niyetliyseniz Age Eternal’a kulak kabartmak sizin için bugünlerdeki olmazsa olmaz işlerin başında gelmeli.
[7]


middian myspace sayfası

Friday, September 14, 2007

INTIE #1 : "...Gene Simmons olmak isterdim."

Daha öncesi bendenizin yaptığı ve Rock Station dergisinde yayımlanmış olan Abbath (Immortal, I) röportajından bir bölümü bu sayfaya da dahil etmenin pek de fena bir fikir olmadığı hissine kapıldım :)




Immortal’a son verdiğini açıkladığın günden bu yana neler yaptığını merak ediyoruz ister istemez? Bömbers ile birkaç konsere çıktığını biliyoruz sadece..
Bömbers benim için arkadaşlarımla iyi vakit geçirmemi sağlayan bir hobiden öte bir şey değil. Immortal sonrası, herkes gibi ben de normal bir işte çalıştım bir süre. Bir arkadaşımın inşaat şirketinde ona yardımcı oldum. Kendime vakit ayırmak istemiştim Immortal’a ara verirken, mesela oğlumla zaman geçirmek gibi, biraz sakin bir hayat sürmek gibi..
Oğlun kaç yaşında sorabilir miyim?
12
Neler yapıyor peki, senin müziğin ilgi duyuyor mu mesela?

Epey aktif bir oğlum var sanırım (gülüyor) yeni uğraşı dağ bisikletleri. Iron Maiden’a deli oluyor. Geçen sene onu Oslo’da bir Maiden konserine götürdüm. En sevdiği şarkı Trooper’ı çalmaya başladıklarında çılgına döndü!!

Peki esas soruma geçeyim hemen, emeklilik berbat bir şey mi?
Aslında ben emeklilik dememeye çalışıyorum bu verdiğim araya, kendim için bir mola verdim diyelim. Ama sorunun cevabı evet emeklilik berbat, boktan bir şey. (gülüyor) Ozzy Osbourne’un “Ememklilik Berbatmış” adında bir turnesi vardı.. Emekli olmalıydı ama olmamıştı o ayrı bir konu tabi. Son yıllarda yaptığım en akıllıca şeyin bu molayı vermek olduğunu düşünüyorum. Hayatım yanlış bir yöne doğru gidiyordu ve buna son vermem lazımdı. Ama şimdi çok daha güçlü geri geliyorum. Immortal çok daha güçlü geri dönüyor.
Between Two Worlds’den de anlaşıldığı üzere evet gayet güçlü bir geri dönüş yapıyorsun. I’ı kurmaya tam olarak ne zaman karar verdin?
En başta ortada bir grup fikri yoktu aslında. Ta ki Ice Dale ile irtibata geçene kadar. Ice şarkılar ön prodüksiyonlarında bana epey yardımcı oldu. Şarkıların ne halde olduklarını anlamamı sağladı. Çünkü bir prova odasına girip çalışılmış şarkılar değğlid elimdekiler, sadece kendi başıma yazdığım şeylerdi ve açıkçası en başta bu şarkıları bir grupla kaydetmeye de niyetim pek yoktu. Bir süre sonra Armagedda ile tekrar beğlantıya geçtim. Şarkılar ilgisini çekti ve projeye dahil olmak istedi. Zaten Ice Dale ile Armagedda bildiğiniz gibi Audrey Horne’da beraber çalıyorlar. Her ikisi de şarkılarla bu kadar çok haşır neşir olunca, kendime sanırım artık olayı bir gruba dönüştürme vakti geldi dedim. Herkesin katılımıyla, şarkılara kendilerinden bir parça katabilmelerine imkan veren bir stüdyo dönemi geçirme fikri aklıma daha fazla yattı. Quorthon (Bathory) gibi stüdyoya girip herşeyi tek başıma kaydetmek istemediğimin farkına vardım. I’ı oluşturan müzisyenlerin müziğe katacakları kendilerine has özelliklerin tadını çıkarmak istedim biraz da. Mesela Armagedda’nın eski usül heavy metal davul stilini ve Ice Dale’in müthiş sololarını duymak istedim bestelerimde. TC King’in şarkıya dahil ettiği akıl almaz detayları kaçırmak istemedim. Ve bu kadar zaman sonra tekrar bir grup olma hissini tekrar yakalamak benim için de gayet eğlenceli oldu.

Peki herkesin kafasındaki bir diğer soru da “reunion” konserlerin sırf biraz daha fazla para kazanmak için yapılıp yapılmadığı?

Haha, tabi ki işin içinde bir miktar para var. Ama vermek istediğimiz konserleri hazırlayabilmek için çok fazla insan çalıştırmamız gerekiyor. Planlarımız herkesin ağzını açık bırakacak bir şov hazırlamak. Yani sadece sahneye çıkıp çalmayacağınız. Böylesi büyük ölcekli bir şov için de malum epey bir para gerekiyor. Immortal için yeni bir dönem başlıyor. Artık eğer tam istediğimiz gibi konserler veremezsek hiç konser vermeyiz gibi bir mantıkla yaklaşıyoruz. Eğer konserlerden para kazanabiliyorsak, açıkçası bunu zaten hakettiğimizi düşünüyorum! Bunca yıldır tüm gücümle yaptığım bu işten şimdiye kadar zengin olmadım bundan sonra da olacağımı sanmıyorum. Eğer hayatımın sonuna kadar müziğe devam etmeye yetecek miktarlarda para kazanabiliyorsam Immortal’la, bu bana yeter. Ara verdiğimde çalıştığım inşaat işleriyle tekrar muhatap olmak istemiyorum. Sevdiğim işi yaparken üstüne bir de iyi para kazanacaksam bundan daha iyi ne olabilir ki? Neyse bu kadar para muhabbeti yeter! (gülüyor)

Senin büyük bir Bathory, Venom,Morbid Angel ve tabi ki Motörhead hayranı olduğunu biliyoruz..
Ve Manowar’ın ilk dönemlerinin...

Başka kimler Abbath’ın müziğinde ilham verici etkiye sahip merak ediyoruz?
Kiss’in ilk dönemleri. Kiss benim 6-7 yaşımdayken keşfettiğim ilk grup. Destroyer albümü benim için çok önemli bir yere sahiptir. O zamanlar tüm arkadaşlarım büyüyünce ya polis ya pilot falan olmak isterdi, bense Gene Simmons olmak isterdim. (kahkaha atıyor!) 83-84 yıllarına kadar Kiss dinleyerek büyüdüm sonra daha sert müzikleri keşfetmeye başladım. WASP ve Motörhead’i mesela. Sonra da Iron Maiden çıktı tabi karşıma. Slayer ve Metallica’da bu dönemlerde aklımı başımdan almıştı. Ama tüm isimlerin yanında Kiss’in değeri çok farklı benim için. Hatta Between Two Worlds’deki Storm I Ride’ın riff’i Kiss’in Ladies In Waiting’inden ilham alarak bulduğum bir riff.

KISA KISA #5 : Funny Money

FUNNY MONEY
Doğum yeri: Maryland, ABD
Doğum tarihi: 1997
Kim Kimdir: Steve Whiteman(vokal), Rob Galpin(gitar), Mark Schenker(bas), Jimmy Chalfant(davul)
Hangi albümü dinlemeli: Stick It! (Fizz Donkey Records, 2006)
Hangi şarkıyı download etmeli: Hot On Your Heels veya By The Balls
Tam senlik: Los Angeles çıkışlı, 80’lere dair tüm hard rock gruplarını dinliyorsan.

80’li yılların hakkı yenmiş gruplarından Kix’in dağılması ardından vokalist Steve Whiteman tarafından kurulan Funny Money bu seferki konugumuz. Nirvana öncesi Amerikan Hard Rock piyasasının en önemli prodüktörleri Beau Hill ile kaydettikleri 2006 albümleri Stick It!, grubun 1997’den beri yaptığı belki de en güçlü ve en genel geçer müzikal trendlere meydan okuyan çalışma. Eğlenceli, party-non-stop halet-i ruhiyesinde şarkılar yapmakta üstüne pek az insan tanıma şansına sahip olduğumuz Steve Whiteman’in sesi ve müziği, bugünlerde tekrar, özellikle de kuzey Avrupalı genç müzisyenler vesilesiyle, popüler hale gelen permalı saçlı rengarenk rock’n roll’u seven herkesi mutlu ve mesut edecek cinsten.


Monday, August 20, 2007

ALLHELLUJA - Pain Is The Game [2006]



Allhelluja
Pain Is The Game [2006]
Scarlet Records

Danimarka’lı Hatesphere’in vokalisti Jacob Bredahl’in grubu Allhelluja, ikinci albümü Pain Is The Game’i Eylül ayında yayımladı lakin dergimiz sayfalarında kendilerine yer vermemiz gördüğünüz üzere epey bir zaman aldı. Geç ve de güç olsa da albüm hakkında birkaç kelam etme şansımız oldu neyse ki diyerek esas konumuza geçelim. Öncelikle eğer death metal ve rock’n roll melezi müzikleri seviyorsanız (bkz. Entombed) (bkz. President Evil) bu albümü gördüğünüz yerde edinmelisiniz demeliyim. Kirli, çürük ve sert bir sound, müthiş bir albüm kapağı ve “Superhero Motherf**ker Superman” gibi mizah yüklü(!) şarkı isimleri ilk göze (ve kulağa) çarpan özellikler Pain Is The Game’de. Avrupa metal basınından tam destek alan grubun albümü, kısır yaratıcılık çırpınışlarıyla daha da derine batan metal piyasasında kafasını suyun üstünde tutmayı başarabilmiş bir çalışma olarak değerlendirmek mantıklı olacak. Denemekte fayda var efendim..
[8]

INTO ETERNITY - Scattering Of Ashes [2006]

Into Eternity
Scattering Of Ashes [2006]
Century Media

Bir önceki albümleri “Buried In Oblivion” ile akılları başlardan alma maharetini gösteren Kanadalı grup Into Eternity, yeni albümünü sonbaharla beraber yayınladı. Dergimizin en göze batan ilk 20 albüm listesine de dahil etmekten çekinmediğimiz albüm yine standartların epey üstünde bir müzikal yapı ve işçilik taşıyor. Progresif ekstrem müzik olarak tanımlama isteyeceğim (ve tanımlayacağım) tür dahilinde müzik yapan grubun, geçen ay yine bendeniz tarafından kritiği yazılan Mercenary ile epey fazla ortak noktası olduğunu da belirtmeden geçmek istemem. Farkları daha teknik bir güzergah izlemeleri. Hatta bu “teknik olma” takıntıları sanki yeni albüm Scattering... ‘in de bir miktar kuyusunu kazmış gibi geliyor. Fazlasıyla dolu, şaşırtıcı, farklı türleri bir araya getirmeye yeminli ve “teknik” bir müzik yapma niyetine sahip grup, bu yeni albümle sanki işin özü olan “ruh” kısmını, bazı “teknik” sebeplerden dolayı ikinci plana atmış gibi geldi bana. Bu durumda da fazlasıyla mekanik bir müzikal yapıya sahip bir albüm ortaya çıkmış. Her ne kadar dünya çapında neredeyse tüm dergi ve webzine’lerden yüksek notlar alan albüm, meraklıları için bulunmaz bir nimet olsa da, bahsettiğim “teknik arıza” yüzünden bir başyapıt olabilecekken fırsatı fena halde kaçırmış bir albüm Scattering Of Ashes.
[6]

Sunday, August 5, 2007

HaBeR: Anthrax yine vokalist arıyor

Corey Taylor, Anthrax'ın yakında kaydedilmesi planlanan yeni albümünde vokal yapmayacak. Taylor'ın yoğun programı yüzünden Anthrax yeni albümlerinde vokal yapacak yeni bir isim aramaya tekrar başlamış.
Bu yeni isim kim olacak henüz belli değil ama bendenizin "oy"u John Bush'un gruba geri dönmesine. 1992-2005 arası yayımlanan Anthrax albümlerinde vokal yapan Bush, hatırlayacağınız üzere Armored Saint'ten Joey Belladonna'nın yerini doldurmak üzere Anthrax'a geçmişti.

Wednesday, August 1, 2007

HaBeR: As I Lay Dying yeni albüm yolda


Killswitch Engage'in "deli" gitaristi Adam D. ve vokalist Tim Lambesis tarafından kayda alınan yeni As I Lay Dying albümü An Ocean Between Us 27 Ağustos'ta Avrupa'da piyasaya çıkıyor.

Grubun plak şirketi Metal Blade internet sitesinden albümden Within Destruction adlı bir şarkıyı dinleme ve AILD hediyeleri kazanma şansı sunuyor bizlere.
bir göz atmak için tıklayın
grubun myspace sayfası için: myspace.com/asilaydying

IGNITE - Our Darkest Days [2006]

Ignite
Our Darkest Days [2006]
Century Media

Her ne kadar bu satırların yazarı Ignite’ın farkına bu yaz varmış olsa da grup 1995’den bu yana müzik yapıyor. İlk iki albümleriyle Avrupa’da epey tanınan grup, 2000 yılından bu yana suskundu. Yeni bir plak şirketi (Amerika için Abacus Rec. ,Avrupa için CM) ve Motörhead, Social Distortion gibi isimlere prodüksiyonlar yapan Cameron Webb desteğiyle(ve de sanırım gazıyla) Our Darkest Days’i kaydeden grup açıkçası bu yılın en heyecan verici albümlerinden birini yaratmayı başarmış. Grubu dinler dinlemez ilk kulağınaza çarpacak şey vokalleri üstlenen Macar asıllı Zoli Teglas’ın ses rengi ve tarzı. Offspring’den Dexter Holland’ı bazı anlardaysa SOAD’dan Serj Tankian’ı ve hatta Scorpions’ın Klaus Meine’sini hatırlatan bir ses rengine sahip Zoli. Sesinin geniş spektrumunu oldschool hardcore’un gırtlak numaralarına ve Bad Religion-vari Punk vokallerine rahatlıkla uyarlayabilen vokalist, başta Bleeding, Poverty For All ve Slowdown gibi şarkılar olmak üzere albüm boyu sizi (ve kulaklarınızı) kendine esir ediyor- ki bu esarete gönüllü olmamak pek de elde değil gibi. Grubun bir önceki albümünde de yer alan, U2’nun vokalistleri Bono’nun yan uğraşı haline henüz gelmediği günlerinden yadigar, -politik rock şarkısı nasıl yazılmalı- dersi veren Sunday Bloody Sunday coverı Ignite’ın ne kadar sağlam icracılar/müzisyenler olduklarının da kanıtı. Politik şarkı sözleri bakımından Ignite’ın da bu arada hakkını yememek gerek. Her türlü “sözde” özgürlükçü ama içten içe baskıcı ve totaliter rejime karşı duran, neredeyse Rage Against The Machine hatılatacak kadar slogan olmaya yatkın şarkı sözleri, ne dediğini gayet iyi bilen bir grup olduklarını ve “karşı-duruş” larını açıkça ortaya koyuyor. 11 punk/hardcore marşı, bir akustik ballad ve bir de coverı barındıran albüm kapınışı sürpriz bir “bonus” ile yapıyor. Bu yazıyı okuduktan sonra bu albümü edinip bir de bu satırların yazarı kadar zevk alırsanız, size hemen bir de önceki albümleri A Place Called Home’u tavsiye etmekten kendimi alamayacağım.
[9]

MERCENARY - The Hours That Remain [2006]

Mercenary
The Hours That Remain [2006]
Century Media

Bir önceki albümleri “11 Dreams” ile Rock Station ekibinin favori gruplarından biri haline gelen Danimarkalı Mercenary, hatırlarsanız, finansal sorunlar nedeniyle ertelenip yabancı gruplar olmadan gerçekleştirmek zorunda kaldığımız RSF 8’in konuklarından da biri olacaktı. Grup, “11 Dreams” ile tutturduğu sert, progresif,çok katmanlı ve güçlü müziklerine, yeni albüm “The Hours That Remain” ile kaldıkları yerden devam ediyor. Tek farkla, agresif vokalleri de üstlenen bas gitaristleri Kral’ın eksikliğiyle. Onun yokluğunda vokaller bakımından daha da melodikleşen grup, dinleyicilerini fazla da şaşırmamak için olsa gerek Heaven Shall Burn’den Marcus Bischoff’u ve Soilwork’ün Bjorn “Speed” Strid’ini konuk etmiş yeni albümde. Hatesphere’den Jacob Hansen’in açıkçası mükemmel demekten çekinilmeyecek prodüksiyonu ve Travis Smith’in kapak tasarımıyla yeni Mercenary albümü, bu yılın sonunda yapılacak “yılın albümleri” değerlendirmelerinde ilk onda kendine rahatlıkla yer bulabilecek kadar iyi. Üzerinde fazla söz etmek yerine en kısa zamanda albümü edinip tadına varmanızı tavsiye ederek, çekiliyorum huzurlarınızdan.
[8]

SARALEE - Darkness Between [2006]

SaraLee
Darkness Between [2006]
Firebox Records

Neredeyse altı yıldır aktif olan Fin grup SaraLee, ilk albümünü piyasaya çıkartmak için bu yaza kadar beklemiş. Firebox gibi daha ekstrem türlerde ürünleri yayınlayan bir şirketten, Gotik görünümlü, melankolik, ucundan kulağından da Rock’n Roll sınırlarını(ve tavırlarını) zorlayan bir albümün çıkmış olması epey ilginç geldi bendenize. Hala bir “trend” olduğu varsayılan, HIM, To/Die/For, Entwine ayarında bir müzik yapıyor SaraLee. Ama ne yazık ki ne prodüksiyon bakımdan benzerleri/rakipleri kadar görkemli bir işe imza atmışlar, ne de vokalistleri Joonas’ın sesi benzerleri kadar içinize işleme potansiyeline sahip. Açıkçası bana gayet amatör bir grup izlenimi verdiler. Halbuki gerek albüm kapağı gerek grup adı çok daha iyi ve yeni numaralar içerecekmiş intibasını bırakır gibiydi. Ama yanılmışım. Albümde ilgi çeken tek yaratıcı öğe her şarkı için akıllıca melodiler ve soundlar yakalamış Arzka’nın klavyeleri. Gerisi fena halde bildik sularda yüzüyor.
[4]

STONE SOUR - Come What(ever) May [2006]

Stone Sour
Come What(ever) May [2006]
Roadrunner Records

Slipknot’ın iki maskeli adamı, Corey Taylor ve Jim Root’un, maskelerini “düşürdükleri” albüm olarak epey sükse yapmıştı ilk Stone Sour albümü. Corey’in Slipknot öncesi amatörce uğraştığı ilk grubuydu Stone Sour ve Roadrunner Records’un akıllı manevrası sayesinde bir anda profesyonelliğe terfi etmişlerdi. Aradan birkaç yıl ve bir Slipknot albümü geçti ve Stone Sour tekrar aramızda Come What(ever) May albümüyle. Albümün adı Baz Luhrmann pop-kabare filmi Moulin Rouge (Kırmızı Değirmen)’un meşhur repliğini hatırlatıyor olsa da ilk bakışta, müzikal içeriğin filmle yakından uzaktan alakası yok haliyle. Aynı şekilde herhangi bir Inside-Out etiketli progresif albüm kapağıymış gibi duran kapak tasarımının da albümün içeriğiyle açıkçası pek de bir alakası yok bana göre. E peki nedir bu albümün içeriği derseniz, cevap; bir ucu Seattle’ın Grunge patlamasının söz-beste formlarına diğer ucu 2000’lerin başındaki Nu-Metal klişelerine dayalı, iyi icra edilmiş, iyi kaydedilmiş, iddialı ve içten olduğu izlenimi veren şarkılar olacaktır. Corey Taylor modern metal için açıkçası kabul etmeliyiz ki gayet önemli bir figür, bir rol-model. Slipknot’ın başarısının ardındaki önemli etkenlerden biri (maskeler(!) ve Joey Jordison ile beraber). Ama yine de Stone Sour için yaratılan heyecan silsilesinin sadece plak şirketlerinin güzel, şirin ve para kazandıracak bir oyunu olduğunu düşünüyorum. Neredeyse 5-6 yıl önce bu türde ürün veren ve “çok-satan” grupların bile icra etmeye çekindikleri, artık neredeyse hiçbir şekilde satmadığı düşünülen bir tür üzerine gidiyor Stone Sour. Her ne kadar gayet kalbur üstü bestelerden oluşsa da, epey iyi satış grafikleri çizecek olsa da, artık kimsenin Come What(ever) May gibi bir albüme ihtiyacı yok. Stone Temple Pilots kataloğundan çıkmış gibi duran Sillyworld, zekice numaralarla sıradanlıktan kurtarılmış Your God ve içinize işliycek nakaratıyla Socio gibi birkaç istisnai şarkı hariç.
[5]

HaBeR: Duskfall yeni albüm

İsveçli melodik death/thrashçiler yeni albümlerini sonbaharda yayımlıyor. En son Lifetime supply of Guilt ile karşımıza çıkan Duskfall , epey can yakmıştı hatırlarsanız. Bir eleman değişikliğiyle yoluna devam eden ve bas gitara Matti Jarnel'i alan grubun yepisyeni albümünün adı The Dying Wonders Of The World. Daniel Bergstrand ve Michael Hahne tarafından kaydedilen yapıt yine grubun uzun süredir calıştığı Nuclear Blast etiketiyle yayımlanacak.


açıklanan şarkı listesi:
01. Paradises into Deserts
02. The Wheel and the Blacklight
03. Deep in Your World
04. Some More Sin on My Burden
05. Shadows and Cancer
06. Bring Us Your Infected
07. The Option and The Poison
08. Sealed with a Fist
09. I've Only Got Knives for You

albümden şarkılara kulak kabartmak için tıklayın.

UNEARTH - III: In The Eyes Of Fire [2006]

Unearth
III:In The Eyes Of Fire [2006]
Metal Blade

Bundan iki üç yıl önce yeni akım Amerikan Heavy Metal’i (NWOAHM) adı ortaya atıldığında Chimaira, Killswitch Engage ve Lamb Of God ile beraber türe dahil edilen, geleceği parlak olacak denilen gruplardan biriydi Unearth. Massachusetts çıkışlı topluluk, yine bir Ağustos ayında yayınladıkları Oncoming Storm adlı albümleriyle kendilerine reva görülen tanıma gayet uygun bir biçimde başarılı işler çıkarttı bugüne kadar. 2006 yapıtları için yanlarına Pantera soundunu yaratan isimlerden biri olan prodüktör Terry Date’i de alarak yola çıkan grup, geçtiğimiz ay raflarda yerini gururla alan 3. albümlerinde de, kendini bitirmeye yeminli gibi görünen metalcore türünün sınırları dahilinde, thrash ve melodik death’in pek çok olmazsa olmasızını yaratıcılık dolu bir edayla müziklerine kattıkları şarkılar yapmaya devam ediyor. This Glorius Nightmare ile başlayan sonik saldırı, hızından, dinamizminden, gaz riffler arasına serpiştirilmiş “breakdown” larından bir nebze olsun kaybetmeden son şarkıya kadar devam ediyor. Son şarkı, “Big Bear And The Hour Of Chaos” ise albümü ağızda farklı bir tat bırakarak bitirmeye niyetlenmiş grubun diğer şarkılara göre epey dinginleştiği bir enstrumantal. “Giles” ilginç sözleri ve müthiş gitar atraksiyonlarıyla albümün en göze çarpan anları olarak eğer grubu daha önce dinlemediyseniz, ilk dinlemeniz gereken şarkı olmalı gibi geldi bu satırların yazarına. Bu arada Alman Thrash’ine selam çakan “Sanctity of Brothers” da epey ilginizi çekebilir söylemedi demeyin. Tepeden tırnağa özen ve yetenek dolu bir albümle, gelip geçici trendler etkisini kaybettiğinde bile sapasağlam ayakta kalabileceğinin işaretlerini veren bir albüm kaydetmiş Unearth. Bize düşen ise yine bu sayıda kritiği edilen pek çok iyi albüm gibi “III: In The Eyes Of Fire”ın da tadını çıkarmak sanırım.
[8]

Sunday, July 22, 2007

THE GATHERING - HOME [2006]

The Gathering
Home [2006]
Psychonaut Records

Bazen bir yazıya başlangıç cümlesi bulmak o yazıyı yazmaktan çok daha zor olabiliyor (evet okurla dertleşen dergi yazarı formatını kullanarak sempati toplamaya çalışıyorum!). The Gathering’in yeni albümü Home’un kritiğine başlamak da benim için epey zor oldu ama gördüğünüz üzere bir yolunu(!) bulup yazıya başlayabildim. Çok uzun zamandır ülkemizde -yıllar içinde epey değişmiş de olsa- hatırı sayılır bir dinleyici kitlesine sahip olan grup, pek çoğunuzun da bildiği ve farkında olduğu üzere artık ilk albümlerine kıyasla bambaşka bir türde müzik yapıyor. Bir önceki albümleri Souvenirs’in yolundan gidecekleri bir albüm beklerken grup bir anlamda bizleri ters köşeye yatırıyor Home ile. Hayır, bahsettiğim; artık bambaşka bir sounda sahip oldukları değil de artık daha da melankolik, chill-out denilen türün progresif rock karşılığını yakalamakta oldukları. Anneke, yine albümün başrolünü kimseye kaptırmıyor. Neredeyse tüm şarkılar onun sesi ve vokal performansı üzerine kurulu, gitarlar, şarkının atmosferini yaratmak için kullanılan bir yan öğe gibi tınlıyor, davul ve bas ise sadece down-tempo elektronik gruplardan Gathering’i ayırabilmek için canlı kaydedilmişler gibi. Çok negatif bir yorum yapmışım gibi geldiğinin farkındayım kulağa ama aslında bahsettiklerim sadece albümdeki soundu biraz olsun tanımlayabilmek için çabalamalarımdan ibaret. Yoksa nacizane bir Anneke-sever olarak, bu albümü Souvenirs’den kat kat daha iyi bulduğumu, bugünlerdeki halet-i ruhiyemin de yardımıyla cd çalarımda epey döndürğümü söylemek isterim. Özellikle açılış parçası Shortest Day’i dinledikten sonra alıp almamaya karar vereceğiniz bir albüm olmalı The Gathering’in son yapıtı. Bir de gruba yeni katılan Marjolein isimli bas gitarist hanımefendi etkili olabilir albüme kulak kabartmanız da! Malum son zamanlarda bir bayan bas gitarist modası aldı başını gidiyor (bkz. Myspace.com) The Gathering’i How To Measure A Planet (ki bu albümde de Attie Bauw ile çalışmışlardı prodükter olarak tıpkı Home’da olduğu gibi) sonrası işeriyle de seven bir dinleyici iseniz, bugünlerde yaz aylarının verdiği enerjiyle henüz bir münasebetiniz olmamış ve hala kendinizi kış aylarının depresif etkisinde hissediyorsanız, Home, Mayıs ayında bir şekilde edinip dinlemeniz gereken albümlerin başında geliyor.
[8]

links:
the gathering website

SICK OF IT ALL - Death To Tyrants [2006]

Sick Of It All
Death To Tyrants [2006]
Abacus Recordings

Doksanlı yılların başlarında, New York hardcore sahnesinin en tepeye vurduğu zamanlarda adı aklımıza ilk kazınan gruplardan biriydi Sick Of It All. Türdaşları Biohazard gibi ne en tepeye kadar çıkıp baş aşağı yere çakıldılar, ne de trendleri yakalamak uğruna işlerini bildikleri gibi yapmaktan vazgeçtiler. 20 yıllık kariyerleri boyunca hareketleri, albüm kapakları, şarkı sözleri ve sahne performansları ile Hardcore’un “neyi nasıl yapmalı el kitabını” yazan grup, son albümleri Death To Tyrants ile yine kendi türleri dahilinde ne kadar önemli bir grup olduklarını hiç zorlanmadan gösteriyor. Bir anlamda mevzu bahis dokuzuncu albümlerinin açılışını yapan Take The Night Off’da zikrettikleri gibi “Hiçbir şeyi kafaya takmamalarını kutluyorlar”. Koller kardeşler hiç şüphesiz hardcore tarihinin en önemli simaları. Lou’nun, tüm modern zamanların core ihtiva eden gruplarında izlerini rahatlıkla hissedebileğiniz vokal tarzı ve Pete’in “minimum akor maksimum ruh” mantığına sahip gitar stili yıllar geçtikçe sanki daha da bir tadından yenmez hale geliyor. Otuz beş dakikalık albüm boyunca eski usül hardcore’un tüm kurallarını (evet kendi koydukları kuralları) yerine getiriyor Sick Of It All. Enerjisi hiç düşmeyen şarkıların ve kendilerine özgü (yıllar içinde bir miktar törpülenmiş de olsa) politik yaklaşımlarını yansıtan şarkı sözlerinin yine tam kadro sahaya çıktığı albüm, Hardcore’dan zevk almaya niyetli kimseyi hayal kırıklığına uğratmayacak güçte.
[8]

NEAERA - Let The Tempest Come [2006]

Neaera
Let The Tempest Come [2006]
Metal Blade

İlk albümlerinin aldığı iyi tepkilerin verdiği gazla ya da -şüpheci bir yaklaşımla- metalcore piyasası henüz kendini imha etmeden ne yapsak kardır mantığıyla Alman grup Neaera ikinci albümü Let The Tempest Come’ı arayı epey kısa tutarak yayınladı. Metal Blade’in metalcore akımından en iyi faydanalanan şirketlerden biri olduğunu neredeyse her adları geçtiğinde söyleyerek etrafımdaki herkese baygınlık geçirten bendeniz, bir kez daha aynı “saptamamı” Neaera vesilesiyle anmak istiyorum! Bu işin sonu nereye varacak hiç kimse tahmin etmeye cesaret edemiyor ama bu “aşırı doz” almışa dönen metalcore trendinde ayakta kalmaya niyeti olan gruplardan biri Neaera. Her ne kadar ikinci bir albüm için fazla acele etmişler gibi görünse de, Let The Tempest Come, neyse ki gayet eli yüzü düzgün bir albüm. Ne prodüksiyon olarak ne de müzisyenlik anlamında hiçbir sorunu olmayan grubun tek eksi yanı fazlasıyla birbirini andıran şarkı düzenlemelerine takılıp kalmış olmaları. At The Gates ekolünün asri zamanlara nasıl taşınabileceği konusunda bir miktar kafa patlatmış Neaera’cılar. Bu modernizasyonda da epey başarılı olmuşlar. Özgünlük gibi bir kıstası göz ardı ederek dinlediğiniz de sizi epey mutlu edeceği varsayılabilir albümün. Şarkıların melodik death metal’e daha yakın duran bir metalcore tarzına sahip olması, daha “sert” ve “taviz vermez” dinleyiciler için de grubu ilgi çekici kılabilir diyerek bu kritiği bitirelim. Ama unutmadan, albümü almasanız bile Desecrators adlı şarkıya bir kulak kabartmakta fayda olduğunu da ekleyelim.
[7]

JORN LANDE - The Duke [2006]

Jorn Lande
The Duke [2006]
AFM

“Bay Vokal” lakabıyla anılan Norveçli Jorn Lande, yeni bir solo albümle Masterplan’den ayrı da var olabildiğini kanıtlama derdine sahip olmaya devam ediyor gibi. Normal şartlar altında bu kritiğin ilk cümlesi bu olacaktı lakin gelin görün ki böyle bir cümle yazmama sebep olan varoluş derdi, Lande’nin Masterplan ile yollarını da ayırmasını sağladı geçtiğimiz ay sonu aldığımız habere göre. Sizleri bilemem ama benim adıma fena halde üzücü bir haber oldu bu. Masterplan’in müziğinin çok başarılı olduğunu düşünen biri olarak, ve hatta Jorn Lande’nin Ark dışındaki diğer çalışmalarından da fersah fersah üst seviyede olduğunu düşünen biri olarak”ne olacak şimdi” diye kendime sormadan edemedim. Neyse esas bu satırları yazma sebebime geçelim biz. Dördüncü solo albümüyle karşımıza çıkan Lande, eski arkadaşlarını bir araya getirdiği bir kadro oluşturmuş The Duke için. TNT, Vagabond, The Snakes’den müzisyen dostları ve Rainbow/Deep Purple klavyecisi Don Airey’den oluşan ekip ile Lande yine ortalamanın epey üzerinde bir albüm kaydetmiş. Albüm We Brought The Angels Down ile açılıyor. Masterplan’in debut albümünün ilk şarkısı Spirit Will Never Die’ı ilk dinlediğimde hissettiğime çok benzer şeyler hissettim bu şarkıyı da ilk dinlediğimde. Bir yandan bildiğimiz hard rock/heavy metal kalıplarında bir yandan da vokal partisyonlarıyla ve düzenlemeleriyle gayet özgün bir şarkı We Brought The Angels Down. Şarkının sözleri de ayrıca ilgiye mazhar: “We brought the angels down and made them evil...There’s no religion without crime... “. Ardından gelen Blacksong, giriş riffiyle direkt Mor ve Ötesi’ni ( sadece bir anlığına ama!) hatırlatan, yine ilk şarkı gibi orta tempolu ve güçlü bir şarkı olma özelliği sayesinde Lande’nin sesinin bu tarz orta tempolu, belki bir anlamda Masterplan usulü şarkılara ne kadar iyi gittiğini de tekrar hatırlatıyor bizlere. Stormcrow albümün gazlı hit adayı olarak radyolar için biçilmiş kaftan bir şarkıyken, End Of Time, yine ilk parça WBTAD gibi dinleme de yanında yat vokal “line” larıyla albümün öne çıkan bir diğer parçası. Duke Of Love, hem sözleri hem de müzikal yapısıyla Jorn Lande’nin sesi dediğimizde aklımıza ilk gelen isim, David Coverdale ve grubu Whitesnake’e küçük çaplı bir saygı duruşu niteliğinde. Şarkı, “Tanrıdan aldığım güç ve şeytandan çaldığım arzu ile aşkın düküyüm ben” gibi Coverdale’e açıkçası Lande’den daha çok yakışacağını düşündüğüm sözlere sahip, o da ayrı bir konu! Burning Chains yine Whitesnake tandanslı bir şarkıyken hemen akabindeki After The Dying, yine Lande’nin spesyalitesi; akılda kalıcı-orta tempolu ve açıkçası biraz sıradan bir şarkı. Aynı şekilde, Midnight Madness da albümün sonuna yaklaşırken ilerleyen dinleme seanslarında dinleycide “forward” tuşuna basma isteği uyandıracak gibi. Stadyum rock kalıplarındaki sözleriyle (“...Are you ready to rock, are you ready to shake it up...” gibi), dokuzuncu şarkı Are You Ready bir Thin Lizzy coverı, konserlerde uzun uzun çalınabilsin diye albüme dahil edilmiş gibi durmasının dışında bence albümün genel havasına pek yakışmamış. Albümün normal versiyonunun son şarkısı Lande’nin ilk solo albümünden Starfire’ın yeni bir versiyonu. İlk albümde şarkıya gerektiği ilgiyi alamadığını düşünmüş olacak ki Lande yıllar sonra şarkıyı tekrar kaydetmiş. Yine şarkı şarkı anlatmaya kalktığım ve haddinden (ve belki gereğinden) fazla uzun bir kritik oldu, burada bir nokta koymalı ve bitiriş için önceden hazırladığım(!) afilli cümlemi sizlerle paylaşmalıyım. Jorn Lande hiç şüphesiz son yılların en önemli vokalistlerinden biri, her ne kadar bir grup ile uzun süreli birliktelikler yaşayamasa da kendisini her daim takip edecek bir kitle yaratmış durumda. The Duke da adamımızın kendi adına çıkardığı albümlerle, AOR ve klasik hard’n heavy arasında gidip gelen ve her nasılsa hep bir şekilde karanlık bir havaya sahip şarkılarıyla, ne kadar ilgi çekici olabildiğinin yeni bir göstergesi.
[8]

Tuesday, July 17, 2007

HaBeR: SOMETHING WICKED Part I ve II

Iced Earth cephesinden yepisyeni haberler geliyor. Lucem Fero (http://www.lucemfero.com/) sitesindeki röportaja göre, Jon Schaffer bir değil tam iki albümle Iced Earth fanlarını sevindirecek gibi görünüyor. Framing Armageddon (Something Wicked Part I) ve Revelation Abomination (Something Wicked Part II) isimlerini taşıyacak bu albümler, Something Wicked This Way Comes' da bir bölümü gün ışığına çıkan bilim kurgu/fantazi hikayenin kalan kısımlarını içeren konsept yapılara sahip olacaklar. Bay Schaffer bu albümleri grubunun bir nevi The Wall'u veya Dark Side Of The Moon'u olacağını iddia ediyor. Bize de bekleyip, dinleyip görmek düşüyor. :)

Saturday, July 14, 2007

CALIBAN - The Undying Darkness [2006]


Caliban
The Undying Darkness [2006]
Roadrunner Rec./ Abacus Records

RTN II’den akıllarda kalan topluluklardan biri olmuştu Caliban. Sahne performansları, görünüşleri ve müzikleriyle. O tarihten bu yana grubun yükselişine tanıklık ediyoruz. Önce Roadrunner ile anlaşmaları, ardından Alman metalcore/hardcore sahnesinin ve şirketlerinin yeni trendin en etkin isimleri haline gelmesi sayesinde Caliban’ın 2006 albümü çok yüksek beklentiler, ve sabırsızlıkla beklenir olmuştu. Albüm en sonunda çıktı ve açıkçası benim gibi grubun önceki işlerini dinlemiş olan, piyasadaki milyon tane benzerinden farklı noktalara sahip olduklarını düşünenleri tam anlamıyla ters köşeye yatırdı. The Undying Darkness, Anders Friden’in prodüksiyonuna rağmen, muhteviyatındaki “sıradan” şarkıların yarattığı hayal kırıklığını göz ardı ettiremiyor. Albümü sıradan bir yeni yetme metalcore grubunun debut’u olarak dinlerseniz her şey yolunda gözükebilir. Ne kadar gelecek vaad ettiklerinden falan bahsedebiliriz. Fakat eğer bunu Caliban’ın yeni albümü olarak dinliyorsak (ki başka bi şansımız da yok malumunuz), grubun ana akıma yakınlaşmak için tüm özgünlüklerini kaybettiklerini fark etmek için fazla bir çaba sarf etmeye gerek kalmıyor. Albümü Andy Sneap miksajı ve Mille Petrozza konukluğu gibi iki hoş numara hatırına birkaç defa dinleyebilir, bir süre sonra şarkıların bir kısmına eşlik eder hale gelebilirsiniz ama bu durum Caliban’ın beşinci stüdyo albümüyle kariyerlerinde geriye doğru koca bir adım attığı gerçeğini ne yazık ki değiştiremeyecek. Yılın hayal kırıklığı mı? Kesinlikle evet!
[4]

KISA KISA #4 : Horse The Band

HORSE THE BAND

Doğum yeri: Californiya, ABD
Doğum tarihi: 2003
Kim Kimdir: Dashiell Arkenstone(bas), David Isen(gitar), Eli Green(davul), Erik Engstrom(klavye), Nathan Winneke(vokal)
Hangi albümü dinlemeli: The Mechanical Hand (Combat Rec. 2005)
Hangi şarkıyı download etmeli: Birdo veya Lord Gold Throneroom
Tam senlik: The Fantomas gibi dinlemesi ve alışması epey zor grupları seviyorsan.

Garip, acayip ve deli. Bu üç kelime Horse The Band’i tanımlamaya yetebilir. Grup, bir taraftan 80’lerin synth-pop’una bir taraftan da emo-core gruplarına göz kırpan, ne zaman ne olup biteceği hiç belli olmayan, porno filmlerden sample’larla nintendo oyunlarından alınmış seslerin aynı şarkıda yer aldığı(ve kulağa o kadar da garip gelmediği), şimdiye kadar alışık olduğunuz herşeyden farklı bir müzik ile tüm dünyayı şaşırtıyor. Kliplerindense, klip arkası tadındaki görüntülerinin daha eğlenceli olduğu, websitelerindeki haberleri yazış biçimlerinin haberlerden daha ilginç olduğu, ya çok seveceğiniz ya da nefret edeceğiniz bir deli grup Horse The Band. Yaptıkları müziğe Nintendocore deniliyor alemlerde, ama açıkçası bence her ne kadar akıllıca yapılmış bir tanımlama da olsa Nintendocore, yaptıkları müziği tam karşılamıyor. Dinleyip tür konusunda siz karar vermelisiniz.
http://www.horsetheband.com

Friday, July 13, 2007

DARZAMAT - Transkarpatia [2005]

Darzamat
Transkarpatia [2005]
Metal Mind Productions

Vokalist Flauros ve gitarist Simon (Szymon Struzek)’in yönetiminde yola çıkan Polonyalı Darzamat, yıllar içinde iki müzisyenin farklı yaklaşımlarının etkisiyle farklı formlarda albümler yayınladı. Simon’un gruptan ayrılmasıyla dümene tek başına geçen Flauros, gruba, ilk günlerini hatırlatan bir rota çiziyor. Aralık 2005’de çıkan Transkarpatia da bu rotanın son ulaştığı noktayı açıkça gösteren bir albüm. Nera’nın meleksi ama bir o kadar da ürkütücü vokalleriyle Flauros’unkilerin düellosuna tanıklık ettiğimiz şarkılar karanlık ve etkileyici. Albüm boyu yaratılan atmosferde prodüktör koltuğundaki Andy LaRoque’un payı epey fazla. Gerçekten ortalamanın üstünde bir sounda sahip Transkarpatia. Bu arada şarkıları yazan Chris(gitar) ve Spectre (klavye)’nin hakkını da yemeyelim. Teatral tatların yoğun olduğu “Letter From Hell”, progresif dokunuşların hissedildiği “The Burning Times”, bilindik senfonik black metal standartlarındaki “Blackward”, kadın vokalli pek çok grubun gıpta edeceği vokal partisyonlarıyla “Recurring Hell” gibi şarkılarla çok katmanlı, farklı yüzlere sahip ama bütüne bakıldığında hiçbiri sırıtmayan, 14 şarkıdan(intro vb. dahil tabi bu sayıya) oluşuyor albüm. Darzamat’ı şimdiye kadar çok fazla sevememiş olanların bile (mesela ben :) ) ilgisine mazhar olacak bir albümle yollarına devam ediyorlar.
[7]

AMORPHIS - Eclipse [2006]

Amorphis
Eclipse [2006]
Nuclear Blast

Açıkçası vokalistleri Pasi’nin ayrıldığı haberini almak epey şaşırtmıştı bendenizi. Lakin grubun verdiği mülakatlardan da anladığımıza göre, son yıllarda üzerlerine çöken rehavet halinde en büyük pay Pasi’nin ilgisizliğindeymiş. Onun gruptan ayrılmasıyla bir anlamda üzerlerindeki ölü toprağını güzelce silkeleyen grup, Fin diyarlarının kadim hikayeleriyle haşır neşir olan şarkılarına da geri dönmüş. Yeni vokalist Tomi Joutsen’i, Pasi’nin kendine özgü sesi ve vokal tekniğiyle karşılaştırmadan dinlediğinizde Eclipse, Amorphis’in en iyi albümlerinden biri olarak değerlendirilebilecek kadar kalbur üstü bir çalışma. Amorphis’in müzik piyasasında adını duyurmasını ve kabul görmesini sağlayan tüm özellikler Eclipse’de tekrar hayat bulmuş. Folklorik elementlerin, kuzeyli metal soundunun, ufak tefek caz dokunuşlarının ve akılda kalıcı melodilerin hepsi tam takım Eclipse’de yerlerini almış. House Of Sleep gibi buram buram Sentenced kokan bir şarkı dışında, Tales From The Thousand Lakes ve Elegy zamanlarının Amorphis’i geri dönmüş de diyebiliriz. Hem de brütal vokallerle birlikte. Her ne kadar Pasi’nin sesinin albümdeki bir çok şarkıya daha iyi gideceğini düşünsem de Amorphis’i tekrar formda görmek gayet mutluluk verici. Özellikle altıncı şarkı Perkele (The God Of Fire)’a dikkat diyerek bu kritiği bitiriyorum.
[8]

Wednesday, July 11, 2007

* SOUL DOCTOR – For A Fistful Of Dollars [2005]

Soul Doctor
For A Fistful Of Dollars [2005]
Frontiers Records

Pırıl pırıl bir prodüksiyon kalitesi, Rockstar filmindeki şarkıları seslendirmesi vesilesiyle “ağzımız bir karış açık kalarak dinlediğimiz vokalistler” listesine dahil olan Stelheart’tan Mike Matijevic’i andıran (ve neredeyse onun kadar iyi olan) bir vokal ve hard rockın bildik, denenmiş ama bir o kadar güzel ve hedefini ıskalamayan formüllerine sadık bir albüm For A Fistful Of Dollars. İşinin ehli, maharetli ellerden çıktığı belli besteler Alman grup Soul Doctor’ın en büyük kozu gibi görünüyor. Bir yandan Remember gibi bir şarkıyla Bon Jovi klasiklerine göz kırparken bir yandan da Ten Seconds Of Love, Best Way To Fade gibi şarkılarla da Buckcherry, Black Crowes gibi isimlere selam çakıyorlar. Belki de tek handikapları Amerikalı olmamaları. Yoksa şimdiye kadar myspace vb. “müzik bahane hadi gel arkadaş olalım” sitelerindeki en popüler sayfalardan birine sahip olurlardı. Açıkçası beni daha önceki albümleri kadar çarpmayan ama başta da söylediğim gibi hedefini de şaşmayan bir iş çıkartmış Soul Doctor..
[7]


[+] Modern zamanlarda hard rock nasıl yapılır, adam akıllı iyi bir iş çıkar mı sorusu zihninde yer edenlere tavsiye edilebilecek bir albüm olması. Ve tabi bir de unutmadan söylemeliyim ki Tommy Heart gibi bir vokaliste sahip olmak her gruba nasip olmuyor.
[-] Albüm prodüksiyonunun her ne kadar pırıl pırıl tınlaması artı bir özellik olsa da grubun yaptığı türde malumunuz insan biraz daha çiğ, işlenmemiş ve canlı performansa yakın bir sound aramıyor da değil.

Tuesday, July 10, 2007

NEW MODEL ARMY - Carnival [2005]

New Model Army
Carnival [2005]
Attack Attack Records

Bir yandan “bonus” materyallerle desteklenip raflardaki yerini tekrar alan eski NMA albümlerini nasıl bir sırayla edinmek lazım diye düşünürken bir yandan da grubun 9. stüdyo albümü Carnival’ı biraz geç de olsa bu sayı için sizlerle paylaşmaya çalışıyoruz. 26 yıldır müzik yapan NMA 1983’de çıkan ilk 45likleri “Bittersweet”den beri “trend manyağı” müzik piyasasına ve başlarından geçen onca şeye rağmen kariyerine devam ediyor. Ülkemizde de yakından tanınan grup, hatırlayacağınız gibi iki kere NMA olarak, bir kere de Justin Sullivan’ın solo albümü vesilesiyle İstanbul ve Ankara’da konserler vermişti. Politik, dünyevi mevzularla , doğa ve deniz gibi pastoral konuları bir albümde peşpeşe sıralayacak şarkılar yazan NMA, yıllar içinde sayısı hiç azalmayan sadık bir takipçi kitlesine sahip oldu. Carnival, grubun son iki albümünde olduğu gibi artık yaşı başını iyice almış elemanlarının ve özellikle bay Sullivan’ın olgunluk döneminin dinginliğini yansıtıyor. Punk’ın farklı bir yüzünü görmemizi sağlayan şarkılardan daha “rock” formlarına uyan şarkılara geçiş yaptılar yıllar içinde. Makine gibi işleyen bas-davul ikilisinin ve Justin’in akıl dolu, hem de alabildiğine şiirsel sözelerinin tadına şimdiye kadar varabilen herkesin bir NMA fanı haline dönüşüverdiğini göz önüne alırsak, bu satırlarda okuduklarınız sizde hafiften bir merak duygusu uyandırdıysa hemen bir şekilde upuzun NMA kariyerinin bir ucundan tutun demek isteriz. Eğer zaten grubun takipçilerindenseniz Carnival, sizi hiçbir açıdan hayal kırıklığına uğratmayacak, iyi bir rock albümü için gerekli tüm doğru muhteviyata sahip güpgüzel bir çalışma.“We are old, we are young, we are in this together...".
[9]

TOPPER - Once A Punk Always A Punk [2006]


Topper
Once A Punk Always A Punk [2006]
Corruption Records

Adını, Punk’ın tür olarak bildiğimiz anlamını kazanmasındaki en etkili iki gruptan birinin, The Clash’in davulcusu Topper Headon’dan alıyor İsveçli grup. Bu saygı duruşu tadındaki tavrı isimlerinin yanında müzikleriyle de hissettiriyorlar. 1977-1979 arası İngiltere’yi kasıp kavuran ilk nesil Punk akımının tüm özelliklerini hatmetmişler. Bununla da kalmamışlar Ramones vb. Amerikalı gruplarla, ikinci nesil(neo punk da diyebiliriz) punk gruplarının da izlerini takip ettikleri bir albümle karşımıza çıkmışlar. Albümde baştan sona The Clash ve Ramones haleti ruhiyesini hissetmek mümkün. Gerek sözler gerekse besteler bakımından bu his bazı anlarda “tahmin et, bu şarkı hangi eski punk şarkısına benziyor” gibi bir oyuna dönüştürebileceğiniz kadar fazla. Bu anlamda albümü, adı sanı vakti zamanında pek duyulmamış bir punk grubunun ansızın ortaya çıkan bir plağı muamelesi yapmak, ve o gazla dinlemek mümkün. Punk tavrının slogan şarkı sözleri her şarkıda kulağınıza çarpıyor, aklınıza yer ediyor. İster istemez eşlik ediyorsunuz ama kısa bir süre sonra unutacağınız neredeyse kesin. İngiliz aksanlı vokaller, Rancid gibi Amerikalı yeni nesil grupları hatırlatıyor. Hatta albümde yer alan reggae şarkıda yine The Clash’den yadigar, Rancid’in de sıkça kullandığı, -hayata “sol” taraftan bakan bir punk grubu mutlaka reggae şarkıları da söylemelidir- kuralına uyulmak için albüme dahil edilmiş gibi. Neyse uzun lafın kısası eğer eski usül Punk’ı seviyorsanız, hatta bir Ramones t-shirtüne sahipseniz, Green Day’in Amerikan Idiot’ıyla tekrar eski Punk kasetlerinizi teybinizin yakınlarında bir yerlere koyduysanız Topper ilginizi çekebilir.
[6]

IN FLAMES - Come Clarity [2006]



In Flames
Come Clarity [2006]
Nuclear Blast

2006 Ocak ayı ve In Flames tekrar karşımızda! Zaten hiç ortalıktan kaybolmamışlardı dedirtecek kadar haberi yapılan, DVD, klip vb. ürünleri piyasaya çıkan grup, çıkış tarihi ertelenerek merakla beklenme katsayısını daha da arttıran yepisyeni albümü Come Clarity’yi yine Nuclear Blast etiketiyle piyasaya çıkartmış olacak siz bu satırları okurken. Yeni şarkılar daha hızlı ve gitarlar daha melodik olacak demişti bas gitarist Peter dergimize verdiği röportajda. Söyledikleri Come Clarity’de aynen çıkıyor. Karşımızda Reroute To Remain ve Soundtrack To Your Escape’den çok daha iyi bir albüm var. Bir kere gitar partisyonları In Flames’in Avrupa piyasasında başa oynamasını sağlayan özelliklerini geri kazanmış. Jesper Strömblad ve Björn Gelotte belli ki bu albümdeki gitar atraksiyonları üzerinde epey kafa patlatmış. Take This Life gibi suratınıza inen “sert” bir yumruk tanımlamasının tam karşılığı olabilecek bir şarkıyla açılıyor Come Clarity. Bildik Flames şarkı formlarının agresifliği iyice arttırılmış yeni bir dozu Take This Life. Ardından gelen Leeches ve Reflect The Storm nakaratlardaki “clean” vokalleriyle Anders Friden’in vokal yeteneğini iyice geliştirdiğini ve kimliğini iyice bulduğunu gösteriyor. Şarkılar, albümün geneli gibi bir yandan Avrupa metaline, bir yandan da fena halde yeni nesil Amerikan metaline göz kırpıyor. İsveçli şarkıcı Lisa Miskovsky, Dead End’de Anders ile bir düet yapıyor. Lisa’nın vokalleri Amy Lee’yi anımsatıyor bence bu da kafamda, grup şimdi de Evanescence’in kitlesine mi oynuyor sorusunu yarattı. Neyse ki Ardından gelen Scream adına yaraşır biçimde tempoyu tekar yükseltiyor. Derken albümün bir diğer farklı şarkısı Come Clarity ile In Flames sizi tekrar şaşırtıyor. İsveç usulü bir power-balladla karşı karşıyayız. Come Clarity, son zamanlarda Korn’un Tearjerker’i ile birlikte dinlediğim en duygusal şarkı gibi geldi bana. Pacing Death’s Trail, sanki Clayman’den kalan bir şarkı gibi, o albümdeki ilk dört şarkıyle birlikte dinleseniz hiç sırıtmayacak. Crawl Through Knives ve Versus Terminus, In Flames alamet-i farikalarını hakkıyla yerine getiren iki şarkı olarak albümün sert yüzünü en iyi şekilde yansıtıyor. Our Infinite Struggle ve Vanishing Light ise, eski In Flames’i özleyenlerin yüzünü güldürecekşarkılar, eğer grubun yeni hallerinden çok da haz etmiyorsanız belki de Come Clarity’yi bu iki şarkıyı dinledikten sonra almaya karar verebilirsiniz. Son şarkı Your Bedtime Story Is Scaring Me, albümü kapatmak için özellikle yapılmış gibi, hipnotize edici, hatta tedirgin edici bir şarkı, vokal yok, efektler, klavye melodisi ve dipten derinden gelen konuşmalar üç dakika boyu tekrar ediyor. İlk başta çok gereksiz gelmişti YBSISM, ama albümü dinledikçe şarkının aslında albümü kapatmak için en uygun yol olduğunu düşünmeye başladım.albümle ilgili beni tek rahatsız eden nokta Sepultura’nın Roorback’ini andıran kapak tasarımı oldu.In Flames uzun zamandır olmadığı kadar formda, 2006’ının ilk iyi albümünü kaçırmak istemeyeceğinizi düşünüyorum. Malum sonra yıl sonu değerlendirmelerini gördükten sonra albümü dinlemek için epey geç kalmış olacaksınız.
[9]

Saturday, July 7, 2007

SOULFLY - Dark Ages [2005]



Soulfly
Dark Ages [2005]
Roadrunner Records

Max Cavalera! Bu isim sanırım pek çok Rock Station okuyucusunun bir albümü edinmesi için yeterli bir sebep. Sepultura'dan ayrıldıktan sonra hayatındaki türlü şanssız vukuata rağmen Soulfly çatısı altında müzik yapmayı sürdüren Max, grubunun 5. albümüyle kendisini uzun yıllardır takip edenlere çok hoş bir hediye veriyor. Dark Ages, Soulfly'ın belki de en "Sepultura" albümü. Diğer Soulfly albümlerinde alışık olduğumuz pek çok farklı tını yine bu albümde de hazır ve nazır bulunuyor. Ancak giriş riffinden sonra "Chaos AD, tanks on the streets" sözlerini duymayı ister istemez beklediğiniz "Babylon", ortasındaki tribal geçiş bölümü olmasa (ki bu tip şeyleri Max her zaman çekinmeden kullanıyor) bir asri zaman Thrash klasiği olacak "I And I", Alman Thrash'inin gitar kullanımının Max varyasyonlarını içeren "Frontlines", ilk notaları ile sizi şaşırtan ama sonra doğru yolu(!) bulan "Carved Inside", hafif oryantal melodisi ve Arise göndermeleriyle "Arise Again", eski usül hardcore kıvamındaki "Molotov" ve pazartesi 16 Temmuz 1945 saat sabaha karşı 5.30 (netten aradım buldum Meksika'da Amerikan Hükümetinin yaptığı ilk nükleer bomba testinin tarihi ve saatiymiş, bir nükleer bombanın tahrip gücünü gören ilk kişiler de denemeyi yapan bilimadamlarıymış) sözleriyle başlayan öfke dolu "Fuel The Hate" albümü diğer Soulfly albümlerinden bir kaç adım önde durmasını sağlayan şarkılar. Bir Max geleneği olarak "Soulfly" ismini taşıyan şarkıların beşincisi, fena halde Prodigy'nin Firestarter hitini hatırlatan "Riotstarter" ve benim pek anlam veremediğim "The March" da albümün diğer dikkat çeken şarkıları. Tabi "The March" benim dikkatimi ne yazık ki niye böyle bir şarkıyı albüme dahil etme gereği duymuş dedirterek çekti o da ayrı bir mevzu. Albümün kapanışını hazırlayan "Staystrong", gitarist Marc Rizzo'nun albüm boyunca hissetirdiği varlığının iyice öne çıktığı parça. Bu albüm vesilesiyle Ill Nino'dan tanıdığımız Rizzo'nun gitar işçiliğine ayrı bir ilgi ve alaka göstermek gibi bir isteğe kapıldım. Terry Date'in miksini yaptığı, stüdyoya girmeden önce Max'in Rusya, Fransa ve İstanbul'da (evet İstanbul'a gelmiş) yerel müzüsyenler ile kayıtlar yaptığı ve çeşitli sesler kaydettiği dolu dolu bir albüm "Dark Ages". Albümle ilgili bulabileceğiniz iki kusur var bence; biri her zamanki "ah, keşke bu adam Sepultura'dan hiç ayrılamasaydı" serzenişinin getirdiği tatminsizlik, diğeri de albümün süresi. Eğer bu iki kusuru da göz ardı etmeye hazırsanız karşınızda yılın en güzel albümlerinden biri var demektir (ya da ben gene çok gaza geldim!!).
[9]

FRAMESHIFT - An Absence Of Empathy [2005]

Frameshift
An Absence Of Empathy [2005]
Progrock Rec.

Henning Pauly, Frameshift adlı projesinin ikinci yapıtıyla tekrar ortaya çıktı. İlk albümde Progresif Rock'ın günümüzdeki en gözde vokalistlerinden James Labrie (Dream Theater) ile çalışan Pauly, yeni albümünde Skid Row'un başarısında gerek fiziksel özellikleri gerekse sesiyle önemli yere sahip vokalist Sebastian Bach ile çalışmış. Çok da iyi yapmış. Bu vesileyle yıllardır cover projeleri ve 4-5 yeni şarkı dışında yeteneğini kullanmamak gibi bir alışkanlık edinen Bach'ın sesini de koca bir albüm boyu dinleme fırsatını bize sunmuş. Albüm böylesi bir uzunluğa sahip neredeyse tüm progresif albümler gibi konsept bir yapıya sahip. Anlamsız şiddet eylemleri, seri katiller vb. üzerinde duran şarkı sözleri bir adamın rüyaları şeklinde aktarılıyor dinleyiciye. Şarkılar ikişerli çiftler halinde yani olayın iki tarafının da bakış açıları albüme yansıtılmış. Sahip olduğu temaya uygun atmosferi yaratmak da Heanning'in ilginç gitar numaralarına, epik şarkı yazım tekniğine, klavye partisyonlarına ve Bach'ın birbirinden çok farklı ruh hallerini şaşırıtıcı derecede başarılı yansıtabilen sesine kalmış "An Absence Of Empathy" de. Çizdiği karanlık ve agresif tabloyu "What kind Of Animal" adlı yavaş tempolu ve durumun o kadar da kötü olmadığını vurgulamaya çalışan bir kapanış şarkısı ile tamamlayan albüm de Pauly, tüm gitarları, piyano ve klavyeleri, perküsyonları, synthesizer'ları üstlenmiş. Sadece davulları Eddie Marvin'e bırakmış. Tabi vokalleri de Sebastian Bach'a. Şarkı yazımında Heanning ve Bach ortak çalışmış fakat albümün çıkışı arefesinde kendi aralarında kimin ne kadar şarkı yazımına katıldığı konusunda bir anlaşmazlığa düşmüşler. Bach, kendisinin katklarının göz ardı edildiğini söylyüyor tüm röportajlarda, Heanning ise tam aksini düşünüyor ama Bach'ın ne kadar iyi bir vokalist olduğunu da ekliyor her fırsatta. Neyse Albümün müzikal yapısına geri dönersek, elinize şarkı sözlerini alarak daha bir keyifle dinleyeceğiniz albümlerden bir "An Absence...". Açıkçası teknik yapısı ve beste formları yüzünden içine girmesi bir miktar zaman alıyor. Ama Sebastian Bach'ın boşu boşuna Skid Row sonrası Broadway müzikallerinde rol almadığının da kanıtı şarkılarla karşı karşıyayız. Müzik ne kadar yetkin olursa olsun, şarkılar ne kadar ne kadar güzel olursa olsun, iş dönüp dolaşıp vokallerde bitiyor. Bu açıdan Bach albümün kalitesini tepeye vurduyor diyebilirim. Pauly'nin Bach'ın sesinin özelliklerini çok iyi kullandığını da söylemek mümkün tabi bu tesbiti yaparken. Önceki albümde Pauly'in çalıştığı LaBrie'nin performansına Bach bu albümdeki başarısıyla epey bir fark atıyor (Dream Theater fanları kızmasın ama durum böyle, ne ben gözü başka birşey görmeyen bir Skid Row fanı mıyım??... hmm evet öyleyim! :) ). Son olarak albümü kimlerin sevebileceğinden bahsedelim ve kritiği bitirelim. Synthesizer kullanımı yoğun modern soundlardan rahatsız olmayan sert rock dinleyicileri (albümün tamamını olmasa bile bazı şarkıları çok sevecekler gibi geliyor bana), tüm progresif rock albümlerine öyle ya da böyle bir şekilde kulak kabartanlar ve Skid Row'dan beri Sebastian Bach'ı takip edip yer aldığı her projeyi arşivlerine ekleyenler.
[8]

AUDIOSLAVE - Out Of Exile [2005]

Audioslave
Out Of Exile [2005]
Epic/Interscope

İlk albümleri çıktığında öncelikle bir nevi süper-grup olmaları sayesinde herkesin dikkatini üzerine çekmişti Audioslave. Rock tarihinde özgünlük kelimesinin karşılığını verebilen iki başarılı grubun küllerinden ortay çıkmışlardı. Ardından "Like a Stone" parçası sayesinde sağır sultan bile Audioslave'in kim olduğunu bilir hale gelmişti. Sıra ikinci albüme geldiğinde grup, ilkinden çok da farklı olmayan bir formülle çalışarak Rick Rubin gibi bir efsaneyi ve Brendan O'Brien gibi alternatif rock sahnesinin en önemli isimlerinden birini arkasına alarak yola çıkmış. Albümü oluşturan 12 şarkının üzerinde bu iki ismin etkisi neredeyse grup elemanları kadar hissediliyor. Out Of Exile'ın önceki albümden farklı olduğu nokta grubun daha orta tempolu, "groovy" bir yöne meyil etmiş olması. Bu bakımdan Chris Cornell solo albümü Euphoria Morning'e daha da yaklaşmış bir Audioslave var karşımızda. "Man Or Animal" gibi buram buram R.A.T.M kokan şarkılarda yok değil ama genel hava adamlarımızın epey durulduğu yönünde(hele Dandelion gibi şarkıları düşünürsek durulmaktansa popa göz kırpar hale gelmişler de diyebilirz, fakat bundan şikayet etmek pek de mümkün değil). Pek çok gruba parmak ısırttıracak kadar sağlam bir davul-bas ikilisine sahip Audioslave ve bunun farkını her şarkıda hissetmek mümkün. Küçük, arada bir hissedeceğiniz atraksiyonlar ile şarkıların gidişatı fazlasıyla etkiliyor Tim Commerford ve Brad Wilk'in çalış stilleri. Tom Morello'nun her daim şaşırtıcı olmayı başarabilen gitarı ( her şarkı için birbirinden tamamen farklı soloları özellikle) ve Chris Cornell'in bukalemun vari her şekle girebilen sesi Audioslave'i eşsiz bir grup haline getiriyor. Kendi adıma söylemek gerekirse ben bu adamları dinlemekten fazlasıyla keyif alıyorum, belki ilk albüm kadar heyecen duyamadım Out Of Exile'ı dinlerken ama gene de piyasadaki bu kadar gereksiz grubu düşününce Audioslave, çöldeki vaha kadar değerli hale geliyor. "Be yourself is all that you can do" (tek yapabileceğin kendin olmak) diyor Chris, Be yourself'in nakaratında, sanırım bunu Audioslave'e de uygulamak mümkün, "kendi" olmayı bu kadar iyi başarabilen kaç grup daha sayabilrisiniz ki?
[8]

SIMPLE PLAN - Still Not Getting Any [2005]

Simple Plan
Still Not Getting Any [2005]
Lava Records

MTV'nin yeni bombası Simple Plan'in albümü fena halde Blink 182 kokan Shut Up -ki tamamıyla ilk dinleyişte aklınıza bir güzel yerleşiversin diye yazılmış- ile açılıyor. Onu takip eden Avril Lavigne'in radyo dostu punk-rock'ını aklınıza getiren Welcome To My Life ve ardından gelen 9 şarkıyla, ilk iki parçada çizdiği hattan gıdım sapmadan akıp gidiyor albüm. Sanırım Blinkçilerin müziklerini daha olgun bir yöne kaydırarak bir anda tüm satışlarını dibe vurdurmaları sonrası Amerikan piyasasının onların yerini dolduracak birilerine ihtiyacı varmış ve kısa çöpü Simple Plan çekmiş. Tamam, müzikal olarak grubun Blink 182 vb. gruplardan farkı yokmuş anladık şarkı sözleri nasıl derseniz onların da her türlü klişeyi yerine getirmekten başka bir işe yaramayacak halde olduklarını söylemek isterim size. İlk gençlik yıllarınıza ait her türlü sorunu yine o yıllara özgü bir saflıkta dile getiren şarkı sözleri, açıkçası herhangi bir Amerikan kolej radyosunda binlerce örneğini duyabileceğiniz cinsten sıradan ve bildik. Fakat ne hikmetse prodüktör koltuğuna Bob Rock'ı oturtabilecek kadar ikna edici olmuşlar Amerikan piyasası için. Ki bence Bob Rock'ın kariyeri için hiç de akıllıca bir hareket değil böyle bir albümün altına imza atmak. Satış rakamlarının belli bir seviyede olması garantili, kendine özgü hiçbir yanı olmayan, ama eğer pop dozu yüksek punktan hoşlanıyorsanız sizi bir süre meşgul edecek bir albüm Still Not Getting Any.
[3]

NEAERA - The Rising Tide Of Oblivion [2005]

Neaera
The Rising Tide Of Oblivion [2005]
Metal Blade

2005 yılını dünyanın dört bir yanından modern metal gruplarını renklerine bağlamak suretiyle epey hızlı geçiren Metal Blade'in en son keşiflerinden biri de Alman grup Neaera. Metalcore etiketi altında o kadar sık yeni bir grup çıkıyor ki karşımıza açıkçası durumun -hele hele türden haz etmeyenler için- giderek daha vahim bir hal almaya başladığını söylememek elde değil. Neyse ki Neaera, mevzu bahis metalcore bombardımanın sonunda ayakta kalmaya gücü yetecekler kategorisinde yer alacak kadar sağlam bir grup. "Kalem kılıçtan üstün olsun" temalı açılış şarkısı The World Devourers'dan enstrumantal The Last Silence'a kadar dinleme yanında yat, hatta yatma, kalk durmadan kafa salla kıvamında 13 şarkıdan oluşuyor albüm. Politik, dünyada olup bitenle yakından alakalı şarkı sözleri, vokalist Benjamin Hilleke'nin nefret kusan screamo vokalleri (nedense bana Tomas Lindberg'i hatırlattı, ses tonu değil ama nefret dolu vokal stili sanırım), işinin ehli parmaklardan çıkma melodik death'e dair tüm kuralları bir bir yerine getiren tam gaz gitar riffleri, ve tabiri caizse "cillop" gibi prodüksiyon albümün cd çalarınızda uzun süre kalabilmesini sağlayacak gibi geliyor bana. Neaera iyi bir grup kısacası, albümleri de gayet başarılı, diyeceğim odur ki The Rising Tide Of Oblivion'u ıskalamak sağlıklı metalik bünyeler için hiç de hayırlı olmayabilir.
[8]

Sunday, July 1, 2007

KISA KISA # 3: Brand New Sin

doğum yeri: New York, Amerika
doğum yeri: 2001
kim kimdir: Joe Altier(vokal), Kris Wiechmann(gitar), Kenny Dunham(gitar), Chuck Kahl(bas), Kevin Dean(davul)
hangi albümü dinlemeli: Recipe For Desaster (nuclear blast, 2005)
hangi şarkıyı download etmeli: Arrived veya Black And Blue
tam senlik: Motörhead, AC/DC, Corrosion Of Conformity, Zeke fanıysan.

Son iki-üç yıldır eski usül Rock'n Roll'a sırtını dayayan pek çok yeni grup çıkıyor müzik sahnesine. Dört dakika barajını aşmayan, hep beraber cümbür cemaat söylenebilecek dozda akılda kalıcı, geleneksel rock rifflerinin birbiri ardına patladığı, elinizde biranız olmadan dinlediğinizde keyifinizin yarım kalacağı şarkılar yapıyor Brand New Sin. Teknik kapasite yerine besteyi, hız yerine "groove" u öne çıkartan müzikleri grubun dinleyici profilini epey genişletiyor. Death Metal'den Hardcore'a farklı türlerde müzik yapan gruplardan gelen BNS elemanları amaçlarının mesaj vermek, fikirlerini dikte etmek olmadığını, sadece iyi vakit geçirtebilmek ve dünyevi dertlerden bir an olsun uzaklaşabilmenizi sağlamak olduğunu söylüyor her fırsatta.

http://www.brandnewsin.org

Saturday, June 30, 2007

KISA KISA # 2: Losa


doğum yeri: Teksas, Amerika
doğum tarihi: 2002
kim kimdir: Chris Ramirez (gitar), Kory Koch(gitar), Michael Hall(vokal), Joshua Urista(bas), David Hall(davul)
hangi albümü dinlemeli: The Perfect Moment (metal blade, 2005)
hangi şarkıyı download etmeli: The Beginning
tam senlik: Dillinger Escape Plan, Strappin Young Lad, Tool dinliyorsan.

Bazı gruplar önlerine sunulan müzikal sınırları aşmak için yapabilecekleri herşeyi yaparlar. Losa da böylesi gruplardan. Konserlerde satmak için kaydettikleri 4 şarkılık demoları Metal Blade'in ilgisini çekene kadar Amerikan underground piyasasındaki yetenekli ama henüz keşfedilmemiş gruplardan biriydiler. MB'nin desteğini arkalarına alarak kaydettikleri The Perfect Moment ile modern metalin yoğun kuşatması altında kalan metal piyasasında kalıcı olmaya niyetliler. Konserlerdeki enerjilerini kayda geçirebilmeyi amaçlayarak hazırladıkları albümleri The Perfect Moment'ı, Dillinger Escape Plan ve Converge gibi math-core olayının piri iki grupla da çalışmış olan Alan Douches gözetiminde kaydetmişler. Güçlü soundları, agresif gitar riffleri ve gümbür gümbür davullarıyla, hardcore'u, klasik metali ve zaman zaman da cazı birleştiren Losa, bu yıl içinde göze en fazla batan gruplardan biri.

KISA KISA # 1: Audrey Horne

doğum yeri: Bergen, Norveç
doğum tarihi: 2002
kim kimdir: Toschie Roed (vokal), Arve Squanky (gitar), Thomas (gitar), Herbrand Larssen (klavye), Tom Tofthagen(bas), Kjetil Greve(davul)
hangi albümü dinlemeli: No Hay Banda (candlelight, 2005)
hangi şarkıyı download etmeli: Get A Rope veya Bleed
tam senlik: eğer HIM, My Chemical Romance, Faith No More dinliyorsan.


2,5 yıl önce Gorgoroth'un basçısı Tom Cato Visnes(nam-ı diğer King Ov Hell) ve Enslaved gitaristi Arve Squanky tarafından kurulan grup, melodik müzikleri, gotik hal, tavır ve şarkı sözleri ile Norveç'in yeni gözdelerinden biri. Kendini tekrarlayan Gotik-Metal sahnesine taze bir kan getirebilecek üç-beş yeni gruptan biri Audrey Horne (isim David Lynch'in meşhur TV dizisi Twin Peaks'den alınma). Akılda kalıcı nakarat melodilerini, Amerikan gotik punk gruplarına yakın duran vokaller ve soğuk kuzey Avrupa depresifliğiyle(ve hatta intihar eğilimli halet-i ruhiyeleriyle) birleştiren grup, bir süredir iyice alıştığımız rotasında seyreden Gotik metal piyasasının bir kaç yıl sonrasında nasıl bir hal alcağının ilk sinyallerini veriyor. Candystore şarkılarında dedikleri gibi: "eğer zehrinizi kendiniz seçecekseniz, iyi bir seçim yapın"

PARADISE LOST - Paradise Lost [2005]

Paradise Lost
Paradise Lost [2005]
Gun Records

Paradise Lost, 1990'da çıkarttıkları "Lost Paradise" albümünden bu yana kariyerlerinde pek çok iniş ve çıkışı yaşadı. Gothic albümleri vesilesiyle Gothic/Doom metalin isim babası oldular. Sonra yavaş yavaş müzikleri daha melodik fakat daha az sert bir hale dönüştü. Icon ile yakaladıkları melankolik ama bir o kadar da metalik kıvamı, Draconian Times ile daha da rafine hale getirdiler. Ardından çıkan One Second ile kullandıkları elektronik elementler ve Nick Holmes'un brutal vokallerden vazgeçmesi sayesinde Gothic Metal tanımını bugünkü anlamıyla ortaya koyan ilk grup oldular. Çok eleştirildiler ama albüm satışlarının yüksekliği sayesinde EMI ile anlaştılar. Albümün çıkışını takip eden yıllar içerisinde pek çok grup Paradise Lost'un One Second'da kullandığı şarkı formunu birebir kopyalayarak büyük ticari başarılar elde etti, ama nedense Paradise Lost adı her zaman "davayı satan, techno yapan grup" olarak kaldı. EMI için çıkardıkları Host albümünün kimsenin denemeye cesaret edemeyeceği "minimum gitar maksimum elektronika" formülüyle ise herkesi dumur ettiler. Ardından gelen Believe In Nothing ile tekrar gotik metal sularına yelken açan grup, 2002 albümleri Symbol Of Life ile bendenizde dahil olmak üzere pek çok hayranının yüreğine su serpti ve o tanıdığımız, sevdiğimiz Paradise Lost stiline dönüşün sinyallerini iyice verdi. 2005 albümleri Paradise Lost ise grubun bir tam daireyi tamamlayarak deneysel/elektronik ağırlıklı döneminin öncesine yani Draconian Times/One Second zamanlarına tekrar döndüğünün esaslı bir kanıtı. Paradise Lost albümü sanki One Second sonrası çıkması planlanan ama bir şekilde rafa kaldırılan bir yapıt gibi geldi bana. İyi besteler, akılda kalıcı nakaratlar, Greg Mackintosh'un kendine özgü gitar melodileri ve yeni davulcuları Jeff Singer'ın oldukça metalik davulları (her ne kadar elektronik ritimlerle desteklenmiş olsa da) albümü Paradise Lost'un uzun zamandır çıkardığı en iyi iş haline getiriyor. İlk single Forever After'ın (Nick Holmes'un kendine özgü vokali ve HIM'in Join Me In Death gibi şarkılarında kullanmaktan çekinmediği klavye stili sayesinde) zihninize kazınan melodisi, duygusallığıyla öne çıkan Don't belong, farklı gitar riffleri ve albümün gizli hiti kimliğiyle Grey, sanki Draconian Times'ın kayıtlarında bir kenara ayrılmış, bu albüme kadar saklanmış gibi tınlayan Sun Fading, Paradise Lost'un dinler dinlemez aklımda kalan şarkıları oldu. Rhys Fulber'in pırıl pırıl prodüksiyonu, şimdiye kadar prodüksiyon konusunda hiç falso vermeyen grubun bu albümünü de dinlemeyi müthiş keyifli hale getirmiş. Bir albüm kritiğinden çok grup tarihçesi gibi oldu farkındayım, ama Paradise Lost'un hakkının çok fazla yendiğini düşünüyorum. Bu yüzden böylesi bir kritik yazmak istedim. Şu andaki gotik metal piyasasında prim yapan grupların neredeyse hepsi bir şekilde Paradise Lost'un açtığı patikadan ilerliyorken, türü adam eden bu grubun hakkının verilmesi gerektiğini düşünüyorum.
[9]

Saturday, June 9, 2007

NIGHTRAGE - Descent Into Chaos [2005]

Nightrage
Descent Into Chaos [2005]
Century Media

İlk albümleri Sweet Vengeance ile yine bendeniz tarafından kritik edilme şerefine(!) nail olan Nightrage, 21 Şubat'ta çıkan ikinci yapıtları Descent into Chaos ile tekrar ortamlara akıyor. Grubun kurucusu Marios Illiopoulos, geçen albümde olduğu gibi bu sefer de yanından, At The Gates efsanesinin sesi Tomas Lindberg'i ve yeni binyılın en göze çarpan gitaristlerinden Guıs G.'yi eksik etmiyor. Grubun davul ve bas işlerini bu albümde Sceptic Flesh'den Fotis Bernado (ki davul tonuna ve işçiliğine mutlaka kulak kabartmalısınız) ve Henric Karlsson devralıyor. Nightrage ilk albümde agresif melodik death olarak adlandırabileceğimiz müziğiyle ve kadrosuyla epey ilgi çekmişti. İkinci albümde türlerini daha az melodik bir yöne kaydırmışlar. İlk albümde Evergrey'in Tom Englund'unun üstlendiği "clean" vokaller bu sefer kendilerine yer bulamamışlar. Tek melodik ve "temiz" vokalli şarkı Frozen. Onda da Dark Tranquillity'den Mikael Stanne konuk olmuş Nightrage'e. Gus G.'nin neredeyse hard-rock standartlarına uygun gitar soloları, yerini daha metalik, thrash usulü sololara bırakmış. Şarkı yapılarında da bahsettiğim "thrashy" hava daha baskınlaşmış. Tomas Lindberg'in vokalleri şimdiye kadar alışık olduğunuz "doğal brütal" hissiyatından hiç bir şey kaybetmemiş. Lindberg'in çoğu brütal vokaliste hissedemediğimiz doğal agresifliği Nightrage'in yine en ilgi çekici yanlarından biri. Klavye ve elektronik sample'lara boğulmamış melodik death seven herkese tavsiye etmekten geri duramayacağım bir albüm Descent Into Chaos. Meşhur Stüdyo Fredman'da kaydedilen albüm Sweet Vengeance'da da olduğu gibi çok oturaklı bir prodüksiyona sahip. Sertlik yerinde, melodiler kıvamında, riffler güzel, vokaller "hasta", kapak tasarımı rahatsız edici, e gönül bir ekstrem metal albümünden daha ne ister ki?
[8]